Rüya, Hikaye ve Biraz ihtimal
Leyla ile Mecnun dizisinin gerçek hikayesi onun senaristi tarafından Ben de Özledim dizisinde anlatılmıştı:
Mecnun aslında ilkokul yıllarında kaza geçirip yatağa bağlı
yaşamaya başlayan bir çocuktur. Babası taksi şoförü, annesi ev hanımıdır. Ve
bir gün annesi sorunlara artık dayanamaz ve evi terk eder. Babası işi bırakır
ve bizim Mecnun babasıyla kalakalır. Aslında tüm hikâye Mecnunun kafasından
geçenlerden ibarettir.
Kaan ilkokul arkadaşıdır, aslında hiç büyümez, hep önlüklüdür.
Mecnun’un yemek yerken gözünün takıldığı tuzluk Erdal’dır, siparişleri getiren bakkaldır.
Yavuz, gece
eve giren ağaç dallarının gölgesidir, siyahtır.
Aşı yapan
doktor, asasıyla gezen ak sakallı dededir, değnek onun iğnesidir.
İsmail abi,
kavanozda duran Japon balığıdır, hep hüzünlüdür.
Leyla ise ilkokulda âşık olduğu ama hiç konuşamadığı kızdır. Aslında yoktur ama Mecnun’un televizyonda gördüğü kadınların hepsi Leyla’dır onun için.
Leyla ile Mecnun’un gerçek hikayesini anlayınca orada bir hüzün hikayesi bizi karşılar. Senarist tüm bölümlerde bizi güldürürken aslında acının üzerinden geçen bir hikâyeyi anlatmıştır. Mutlulukların ardında görmediğimiz ya da görmek istemediğimiz acılar bize göz kırpar. Eğlencenin ortasında kendini kaybederek oynayan ve sonunu düşünmeden çocuksulaşan ve aslında hiç büyümeyen insanların içinde söz dinlemeyen adamlar ya da kadınlar yatar. Onlar sigarasının tüttürürken izmaritlerini içinde söndürür. Bu hiçbir zaman görülmez veya anlaşılmaz. Gözü uzaklara dalanların, bir şarkıda iç geçirerek kadehini fondipleyenlerin, izmariti ayağının ucuyla sert sert bastırarak söndürmeye çalışanların, gözü uykusuzluktan kan çanağına dönmüşlerin, sessiz sessiz bir köşede oturup susanların, deniz kenarında kayalıklarda tek başına oturup içenlerin anlatmak istediği bir şeyler vardır.
2020 yılına
geldiğimizde aslında bu yılın diğer yıllara benzemeyeceğini onu o gün yılbaşı
eğlencesinde kurtlarını dökenlere söyleseydik elindeki kadehi bırakıp günah
işlemiş gibi bir köşede oturup geleceğin muhasebesini yaparken bulabilirdiniz. İnsanoğlunun
acizliğini görünce, planlar yapmadan yaşamanın ne denli önemli olduğunu bu yıl
iyice anladık. Gözle göremediğin bir şeyin bile bedende ağır tahribatlar
yarattığını, sevdiğini görememenin, onu kaybettiğinde yanına gidememenin,
sarılamamanın, uzaktan izlemenin ne derece aramıza girmiş görünmez bir paravan
olduğunu kimse bilemezdi. Gündelik hayatta; önlem almadan boş boş caddelerde
dolaşmanın, bir sahil şeridinde turlarken, arkadaşlarla bir araya toplanmanın,
sarılmanın, kucaklaşmanın, yakın olmanın bir zaman sonra özlenecek şeyler
olmasını kim bilebilirdi ki. Bu hayatta önemsiz deyip geçtiğin şeyin gün gelip
en değerli şeyin haline gelebilmesini derinden hissediyoruz. Belki
önemsemediğimiz, zaman ayıramadığımız, ‘Sonra yaparım…’ konularına bol
bol vakit ayırabildiğimiz ender bir zaman diliminin tam içerisindeyiz şimdi.
Artık bahaneler bile üzeri pas tutmuş makas gibi duruyor bir çekmecede.
Bahanelere sarılmanın pek fayda etmediği bir gerçek. Eski fotoğrafları karıştırmanın, anılara dalmanın ve şimdiye dönünce üzerinde şekerli bir tat bırakması eskinin. Ve bugünleri de eskiyecek gibi kabul edince az da olsa yüzde bir tebessüm bile umut veriyor.
Yıllar sonra bir tarih kitabında bugünlere iki üç satırlık cümlelerle değinilecek olması ve zamansız karşılaşmaların ruhta ne derece tahrip etkisi bırakıp bırakmayacağı bilememekti bizimkisi. İki üç satırın iki üç yıl geçmiş gibi olduğunu bilmek. Bir ihtimalin yıllar sonra acıtıp acıtmayacağının denemelerini yapıyorken zaman geçiyordu. Sıcacık yuvanda oturuyor olsan bile canını acıtacak ihtimallerin hala orada duruyor olması, ne zaman biteceğinin belli olmaması ve belirsizliğin içimizde hüküm sürmesi aslında tüm endişemiz. Aslında yılın yarısının şimdiden bitmiş olması biletini aldığın bir sinema filminin ilk yarısına geç kalmak gibi bir şeydi. Belki bir gün televizyonlara düşer de baştan sona izlerim düşüncesi, biraz da gizi ve merakı var kaçırdığımız şeylerde. Düşününce, filmin boş bir salonda oynatıldığını görürken çok da üzülmüyor insan. Nasıl olsa bir gün bir yerde izlerim diyor.
Bakınca sanki adını bilmediğimiz, yüzünü görmediğimiz bir senaristin bilgisayarın tuşlarına arka arkaya basılmış gibi bir senaryosunun içerisinde gibi hissetmiyor muyuz kendimizi. Sabahlamış, kahve üstüne kahve içmiş ve mor gözleriyle selamlıyor sabahı. Adını bilmediğimiz bu adamın veya kadının yazdığı senaryonun evde kalma süreci içerisindeyiz. Belki bize Mecnun’un hikayesini yaşatıyordur ve biz oradaki bir karakterlerizdir. Sürükleniyoruz gün dediğimiz yeni sayfalara, yeni konulara. Gün geliyor kayıp gidiyor elimizden sevdiklerimiz. Senaristin yarattığı bir karakterin bir rüyası yaşanıyordur yer yüzünde. Belki yıllarca önce ortaya atılmış Kelebek Etkisi teorisini yaşıyoruzdur. Yer yüzünde bir kelebek kanat çırpmış ve bir sistemin başlangıç verilerindeki küçük değişikliklerin büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurabildiğine şahit oluyoruzdur. Domino taşı etkisiyle devam ediyordur bu yıl, bu yüzyıl kim bilebilir. Yine de umuda tutununca domino taşlarını durduracak bir el gelecek diyoruz ya da hepsi bir rüyaymış ve bir sabah annemiz bu kötü rüyadan uyandırmış olabilir ihtimaline tutunuyoruzdur.
Bir rüya bu,
Belki kaybettiklerimiz rüyaya göre hava almaya diye çıkıp geleceklerdir, belki çarşıya uğramış biraz gecikmiş ve ellerinde torbalarla dönecektir sıcak yuvalarına.
Belki hasta yatağındakiler, sadece uykuya dalmış bir aile yakınımız.
Belki Mecnun
tüm karakterleri evine hapsediyordur kısa bir süreliğine.
Belki beyaz
olan her şey birer kar tanesi
ve bilimsel
veriler, rakamlar ve tarihler müsvedde bir kağıt üzerindeki anlamsız bilgilerdir.
Belki
uyandırıldığımızda silinip gidecek her şey.
Uyandığımızda kötü bir rüya gördüm diyerek kısa bir süre aklımızı kurcalayan bir geçmiş andan ibaret olup gidecek.
‘Hayır olsun…’ diyecek tanıdık bir ses.
Kim
bilebilir…
Yorumlar
Yorum Gönder
ne düşünüyorsun?