Zamanı İleri Sarmışız


Geçtiğimiz yıl İngiltere’deki bir gazetede yayınlanan haberi duyunca çok şaşırmıştım;

Konu şuydu:

Geçmiş yıllardan günümüze değin şarkıların intro sürelerinin kısaldığı tespit edilmiş. Bir şarkının başlangıcında bizleri karşılayan giriş müziğinin olabildiğince daha kısa hale gelmesi ve nakarat kısmına hızlıca gelmesi anlamına geliyor.

Bu şu demek oluyor: Sabır ve tahammülümüzün yıllar içinde sınırının daha çok azalması.

O kadar insan, yüzlerce saat, binlerce dakika, sayısız program, acı, ter, kan, gözyaşı…

İlmek ilmek geçmişler dönemlerin içerisinden.

Raporlara girmiş binlerce kayıt, milyonlarca analiz, yüzbinlerce yorum, çıkarım, yorum, duygu, ses…


Eskilerden bugüne gelince milyarlarca insan şöyle demiş aslında:

‘’Bizi sıkmadan nakarata gel…’’


Milyarlarca insanı toplayıp tek bir ses çıkaracak olsak, eminiz ki o insan bunu söylerdi bize. Yemeklerin, arabaların, hayatların, ilişkilerin ve işlerin en hızlısını yaşıyoruz. Karmaşık bir dünyanın içerisindeyiz. Kablolar değil görünmeyen bağlantılar diyarında kopmadan bağlanarak yaşamaya çalışıyoruz. Sanki biraz kopukluk yaşasak kollarımızdaki bir damarı sanki mavi kabloyu yanlış keser gibi bomba etkisi yaratacak hayatlarımızda. Nefesimiz kesiliyor ve yetişemiyoruz sanki bu hız alemine. Oysa bildiğimiz en hızlı şeyin dünyanın güneş karşısında en hızlı dönen olduğu veya ışık hızının üzerinde bir hızın daha görülmediği. Ne oldu bize? 2 saniye dursak koca koca binalar neden üzerimize devriliyor ki? Play tuşu varsa pause tuşu da var hayatlarımızın.


Şarkı sürelerinin kısalması hakkında araştırma yapan editör sözlerine şöyle devam ediyor;

‘’Bu durum internet üzerinden müzik dinleme ve şarkı geçme oranının, şarkı yazımının gerçek yapısını nasıl değiştirdiğinin net bir göstergesi. Artık nakaratlar daha erken geliyor ve dinleyicilerin sonraki şarkıya geçme tuşuna basmasına yol açabilecek her öğe şarkılardan ayıklanıyor”


Sanatçı ve eseri bizim gönlümüzde ve aklımızda taht kurabilmesi için bir TV kanalında saniye satın alan bir reklamcıdan farkı yok. Bunca ses, dans, gösteri 2 saniye daha akılda yer edebilmek için. Bunca düzenek, kurgu, alt yapı 3 saniyede değiştirilmemek için. Çünkü biz, insanoğlu 2020 yılının hız tutkunu bu canlı dayanamıyor, tahammül edemiyor. Başlasın çok sürmeden bitsin diyor. Acımasız bir canavara dönüştüyse hayatımız, bunun sorumlusu biziz.


Ama kimi zaman şöyle eskilere gitmek istediğimizde sözlerin anlamlarının daha derinden geldiğini, ses oyunlarının, kafiyelerin daha bir anlamı olduğunu ve bize daha yalın, kaliteli geldiğini yadsıyamayız. Kaçmıyor muyuz kimi zaman 80’lere, 90’lara o çocukluğumuzun dizi kabuk bağlamış günlerinin hitlerine. 10 saniye duyunca bir yerde eski bir anıyı inci tanesi gibi denizin altından bulup getiren bir melodiye durulmuyor muyuz o an, sorarım. Zamansız karşılaşma yapan yüzlerce şarkı, o an orda ama bizim gelmemizi ve duymamızı bekliyor. Nerede karşılaşmadık ki. Kısalmayan o şarkılar, anılarımızın ve üzerimizdeki ince örtüsünü silemiyordur.

Hayatlarımızın eskisi gibi olmadığına hem fikiriz aslında. Elde zor taşınan walkmenler, başa sarıp sarıp dinlediğimiz kasetler, plaklar, gramofonlar vs. yok artık. Şimdi 2 gb yetiyor tüm çocukluk, gençlik anılarını bir yere doldurmaya. O kasete sahip olmak varken şimdi indiriyorsun, hatta bu bile yok üye olup yüz binlercesine sahip oluyorsun, Premium oluyorsun, sınıf atlıyorsun sanki oturduğun yerde, -mış laşıyorsun ama oysaki Premium olmadığımızı, biz eski biz olmadığımızı, duygularımızı bir şarkıda doyasıya yaşamak varken şimdi atla geç dediğin duygusuz boş ritimler olduğunu fark ediyorsun. Açık konuşalım seninle, sevmiyorsun bu hayatı; düzeni, dünyayı, yaşantıyı, günümüzü, olanları, olacakları sevmiyorsun. İstediğin şey geçmişin güzel günlerine gidip 3-5 şarkıya sığınmak. Eski bir fotoğraf karşısında iç geçirmek niyetin. Aslında tüm nedenimiz bu değil mi? Neden yeni tadından yenmez şarkıların, filmlerin, kitapların olmadığını ve dönüp dönüp geçmiş şarkıların yeninden yorumlanması, tarihi konuların ele alınması, sanatçıların biyografileri, anıları gösteriliyor. Konumuz, yenisini ortaya koyamamak çünkü. Konumuz kalemi alıp yazamamak veya cesaret edememek. Belkide artık hayal kuramamak.

İnanır mısınız, korkuyoruz. Tükenip gitmesinden zar zor bulup buluşturduklarımızın. Avucumuzun içinde sıkı sıkı tuttuğumuz bozukluklar gibi günlerimiz. Hani biri gelir de elini vurup bozukluklarımızı yere saçsa toplayıp bir araya getiremeyecekmişiz gibi hissediyoruz. Korkuyoruz çünkü. Gün gelip bozukluklardan kağıt paralar yapmak için. İki sözün birleşip de koca bir kitap olmasından. Doluyuz her şeye, Nisan yağmurunun ufak damlaları gibi içimize attıklarımız. Şarkımız çalarken arka fonda, o aile sohbetinde, güzel konular, neşeli yüzler, sofralarda yemekler, radyo, Zeki Müren’ler, Müzeyyen Senar’lar arka fonda çalmıyor. Şimdi tek başına kulaklığı takıp cadde cadde dolaştığın solist kalıyor geriye. Belki bundandır sabırsızlanıp introyu geçişlerimiz. Hayatlarımız, ilişkilerimiz, alışkanlıklarımız tümden değişmiştir, gerçekten. Reklamları atlamak, ileri sarmak, bildiği yalanları duymak, bildiği yollara çıkmamak insanın ve insanlığın yıllardır biriktirdiği yorgunluğudur. Kulak ver şarkılarına, sana ne anlatıyor, ey insanoğlu!

***

Hayat böylesine hızlıyken bizde biraz geçmişe gidelim isterseniz.

Şairimizin sözlerine biraz kulak kabartalım mı?

Şairimiz Gülten Akın’ın bir şiirinde şöyle diyor;

‘’Ah, kimselerin vakti yok

Durup ince şeyleri anlamaya (…)’’


Ve şöyle devam ediyor…

‘’Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar

Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya

Yitenler olduğu görülüyor bir türküyü açtılar mı

Bakıp kapatıyorlar

Geceye giriyor türküler ve ince şeyler’’

 

Aslında bize bir şiirin bir kelimesi için yıllarca bekleyen Yahya Kemal Beyatlı’nın sabrı lazım. Evet evet. Sessiz Gemi’yi yazan koca şair, Rindlerin Ölümü adlı şiirinin bir kelimesi için yıllarca beklemiş. Sadece şiirde duracak tek bir kelime için. Tek bir kelime. Şimdi günümüze gelindiğinde sabırla, nakış nakış, azimle bir şeyi bekleyen var mı? Varsa gösterin. Hele bir kelime için koca bir bütünü bekletmek günümüzde bir yolcu için koca bir tarifeli uçağı bekletmek gibi, zamanla, tahammülsüzlükle yarışan bir konu. Yolcular sabırsız, zamansız ve yetişilmesi gereken tonca şey var. Hızlıyız evet ama yine de yetişemiyoruz. GB’lar yüksek ama yeterli alan yine yok. Telefonlar büyük ama yine sığamıyoruz. Son sistem ama kafamız eski. Yeni ama onun da yenisi çıktı. Güncel ama daha günceli var. Yetmiyor yetemiyoruz dünyaya.

Hızlı yaşayıp bir an durup hâl hatır soramadıklarınıza bakın mesela. Duyarsınız ‘Vaktim yok...’ cuları, ‘Zaman ayıramadım…’ cıları, ‘Şu an çok işim var…’ cıları. Onları nerde görseniz tanırsınız. Tüm dünyanın yükü üstünde ve tüm alem ona muhtaç gibi. Son dönemde yaşadıklarımızla bunların sayısı da azaldı. Artık onların hangi bahaneye girebileceğinin sınırı yok.

Ama en önemlisi de şu; Alışıyoruz.

Kabul ediyoruz. Hayatlarımız karmaşık. Hızlı tüketmeyi seviyoruz. Eskisi gibi değil biliyoruz. Eskiyi özlüyor muyuz evet özlüyoruz. Şimdiyi yaşayıp hayal kurmak varken anılara dönüyoruz, geçmişi silemiyoruz, kaseti elimize alıp ortasına kalem takıp başa sarıp sarıp aynı şarkıyı, aynı nakaratı, aynı sözleri dinleyip dinleyip duruyoruz. Peki soruyorum size, ne oldu bize?

Kim vitesini yükseltti hayat yolumuzda bizim. Tahammül ayarlarımıza kim virüs bulaştırdı. Zaman makinesine girip geçmişe gidişlerimizin nedeni ne.

Bilmiyoruz. Çünkü vaktimiz yok bizim, sürelerimizi alıp intro sürelerimizi kısalttılar hayatlarımızın.

Başlamadan bitiyor bunun da farkındayız. Ama şundan eminim.

Kimsenin vakti yok, durup ince şeyleri anlamaya.

Yorumlar

Popüler Yayınlar